Güzel Bir Hafta ve Yumurta Çılbırı Üzerine

Mystic Pizza, batan güneş, rahat bir koltuk, dağlar, Stephen ve Lupin! Geçtiğimiz cuma akşamından, başka bir şey isteyemezdim sanırım. Harika geçen bir haftaya çok güzel bir son oldu bu cuma. Pazartesi günü sabah saat sekize kadar uyudum (normalde saat altıda kalkıyorum işe gitmek için). Arabaya atlayıp patronumun evine gittim. Oradan, batı Seattle‘daki feribot iskelesine yollandık ve güneşin ısıttığı güzelim Puget Sound‘ın tadını çıkararak, inceleme yapacağımız Lowe’s a (Bauhaus’a benzer bir yer) gittik. Şimdi ne incelemesi bu diye merak edenler olabilir; ama yaptığım işi bir başka yazıda anlatacağım. Neyse, doğum günümü ofiste geçirmediğim için hala çok mutluyum. Pazartesi akşamı, bizim semtteki restoranlardan Ray’s Boathouse‘da yemek yedik. Yemek yerken, suda, bizi gözetleyen bir fok balığı gördük. Ah Pasifik Kuzey Batı, sen insanı doğduğuna bin memnun edersin! Biz fotoğraf çekmeyi unuttuğumuz için, buraya, internetten bulduğum bu fotoğrafı koyuyorum. Fotoğraf, Ray’s Boathous’un manzarasını gösteriyor.

Photo courtesy of Ioana Andrei

Ioana Andrei‘nin yazısından alınmıştır

Bu fotoğraf sizi yanıltmasın. Her ne kadar gündüz hava güneşli olsa da biz yemek yerken gökyüzünü bulutlar kaplamıştı. Neyse ki güneş, akşamları saat sekizden sonra batıyor; her yer gri olduğu halde biz yemeğimizi bitirip eve dönerken etraf aydınlıktı. Doğum günümü, pazar gününden yaptığım limonlu-vanilyalı pastadan birer dilim yiyerek sonlandırdık. Haftamın geri kalanı da pazartesi günü kadar güzeldi. Umarım sizin haftanız da en az benimki kadar güzel ve mutlu geçmiştir.

Yeni bir haftaya başlama arifesinde aklımdan bin türlü düşünce geçiyor:  Örneğin, internet üzerinden üye olduğum kitap kulübünün önümüzdeki buluşmasına kadar, Madam Bovary’nin Kızı‘nı okumam gerekiyor ve alçıdan iki buçuk hafta önce çıkan bileğimin normale dönmesi için her gün düzenli olarak bilek egzersizi yapmam gerkiyor. Bir de aklımda bloğum var tabi. Bloğuma bir yıldan uzun süredir yazmadım!!!  Yeni işim ve kırılan bileğimin de etkisi var tabi yazmamamda; ama aklımı asıl kurcalayan ve beni yavaşlatan şey yumurta çılbırı oldu. Yumurta çılbırı için bir sos tarifi yazdım; ama tarifi henüz mükemmelleştirmedim zamansızlıktan. İşte, daha çok bu yüzden yazmadım uzun süredir.

Yumurta çılbrı yapmanın ne kadar zor olduğunu duyuyordum herkesten. Yumurtayı suya bırakınca, yumurtanın nasıl dağıldığını, bir türlü yumurtanın istenilen şekle gelmediğini dinleyip durdum özellikle de bu işi evde nasıl beceririm diye araştırırken. Sonra bir gün, kollarımı sıvayıp, mağlubiyeti göze alıp denemeye karar verdim. O ilk çılbır deneyimimden şu güne kadar, bir yumurtayı bile heba etmedim. Herkes neden bu işin ne kadar zor olduğundan bahsediyor, hiçbir fikrim yok! Bu işi her defasında mükemmel yapmanın üç püf noktası var: 1) Taze ve soğuk yumurtalar. Eğer kullandığınız yumurtalar taze ve soğuk değilse, yumurtanın, sıcak suya değdiği an yayılması çok muhtemel. 2) Fokur fokur değil de yavaş yavaş kaynayan su. Fokur fokur kaynayan su, yumurtaları zedeleyebilir. 3) Doğru tuz ve sirke oranı. Tuz ve sirke, yumurta beyazının, yumurta sarısının etrafını sarmasına yardımcı oluyor.

Yumurta Çılbırı

İçindekiler:

Her bir litre su için,

– iki yemek kaşığ sirke (istediğiniz çeşit sirke kullanabilirsiniz. Ben beyaz şarap sirkesini tercih ediyorum; çünkü tadı ve kokusu, üzüm sirkesi kadar keskin değil),

– iki çay kaşığı tuz,

– yumurta (tencerenin genişliğine göre birden fazla yumurtayı aynı anda pişirebilirsiniz. Önemli olan, pişerken yumurtaların birbirlerine değmemeleri).

Yaplışı

Kullandığınız tencerenin en az 8 cm derinliğinde olması gerekiyor. Ben 1,5 litre su kullanıyorum. Dolayısıyla üç yemek kaşığı sirke ve üç çay kaşığı tuz karıştırıyorum kaynamış suyun içine. Su fokur fokur kaynadıktan sonra, ocağın ısısını düşürüp, suyun yavaş yavaş kaynamasını sağlamanız gerekiyor.

Fokur fokur kaynayan su

Fokur fokur kaynayan su

Yavaş yavaş kaynayan su

Yavaş yavaş kaynayan su

Eğer elinizde bir su termometresi varsa, suyun sıcaklığını ölçebilirsiniz. Yumurtaları suya koyacağınız zaman, su ısısının 90°C (200°F) civarında olması gerekiyor. Ben ölçmüyorum; su kabarcıkları yukarıdaki resimdekine benzer hale gelince, yumrutayı bir kase içinde yavaşça suya indirip, kaseyi yine yavaşça eğerek yumurtayı suya bırakıyorum. Birden fazla yumurta pişirecekseniz, her yumurtayı ayrı kaselere koyun. Yani, bir kasenin içine aynı anda iki ya da daha fazla yumurta koymayın.

Yumurtayı son ana kadar dolapta tutun

Yumurtayı son ana kadar dolapta tutun 

Lower the eggS

Saatinizi 3,5 dakikaya ayarlayın. Yumurtayı suya bıraktıktan yaklaşık 1-1,5 dakika sonra, yumuşak uçlu bir spatulayla yumurtayı hafifçe itin ki yumurta tencerenin dibine yapışmasın.

Egg in waterS

Üç dakikanın sonunda yumurtanızı delikli bir kaşıkla sudan çıkarın. Kaşığı hafifçe sağa sola sallayıp, yumurta beyazının ne kadar sallandığına bakın. Eğer çok sallanıyorsa, yumurtayı tekrar suya indirin ve yarım dakika kadar daha pişirin. Dokunduğunuzda yumurta sarısı yumuşak olmalı; ama yumurta beyazı sallanmamalı. Ben yumurtamı kayısı kıvamından biraz daha yumuşak seviyorum. Siz daha katı bir yumurta istiyorsanız, ona göre pişirme süresini uzatın.

SpoonS

Egg outS

Sudan çıkardığınız yumurtayı, kağıt havlu serdiğiniz bir tabağa koyun. İstediğiniz biçimde* servis edin.

Egg on plateS

*Yakın zamanda size, yukarıda bahsettiğim sosun tarifini vereceğim. Şimdilik, klasik yumurta çılbırı tarifinde olduğu gibi, yumurtanızı bir-iki yemek kaşığı (sarımsaklı ya da sarımsaksız) yoğurdun üzerine koyup, sıcak tereyağı ile servis edebilirsiniz.

 

 

Çikolatalı Brioche

Bu çikolatalı brioch, benim en sevdiğim tatlılardan biri artık. Tabi bu briochların ömrü çok uzun olmuyor; çünkü yemeden duramıyor insan. Siz boğazınıza hakim olabiliyorsanız eğer, briochları, kapağı kapanan bir kapta saklamanızı tavsiye ederim ki daha uzun süre taze kalsınlar.

Tarife geçmeden önce, buraya birkaç fotoğraf koymak istedim. Bloğuma yazmadığım süre boyunca gördüğüm şeylerden bir-iki örneği paylaşayım dedim.

Lupin, her zamanki gibi hayatımıza neşe katmaya devam ediyor:

Lupin Uyuma Pozu

Cafe Besalu, benim burada en sevdiğim pastane. Şu güne kadar yediğim en güzel kruvasanı Cafe Besalu yapıyor.

Besalu

Bizim evimize yakın iki tane harika park var. Bunlardan biri Discovery Park:

Discoverey Park

Diğer parkın adı Golden Gardens:

Golden Gardens

Lupin koltuğumun altında uyurken:

Lupin Kolumun Altında

Son baharda Çağlar ve Ayşe’yle Green Lake‘e yürüyüşe gittiğimiz günden:

Green Lake

Lupin yeni tıraşını gösteriyor:

Lupin Traştan Sonra

Oturma odamdan gün batımı:

Gün Batımı

Bu manzaradan sıkılacağımı hiç sanmıyorum:

Gün Batımı 2

Lupin yastıksız uyuyamaz:

Lupin Uyurken

Çikolatalı Brioche

Flour: Spectacular Recipes from Boston’s Flour Bakery + Cafe’den

İçindekiler:

Bir brioch hamurunun yarısı 

– 300 gram süt (1 1/4 su bardağı)

– 100 gram şeker (yarım su bardağı)

– 30 gram kek unu (1/4 su bardağı)

– Yarım çay kaşığı tuz

– Dört yumurta sarısı

– Bir çay kaşığı vanilya özütü ya da bir paket toz vanilya

– 114 gram bitter çikolata parçacıkları (%62-70 kakao) (2/3 su bardağı)

– Bir yumurta

Yapılışı

Orta büyüklükte bir tencerede sütü ısıtın. Sütün kaynamaması gerekiyor. Tencerenin kenarında küçük kabarcıklar görüyorsanız, süt gerekli sıcaklığa gelmiş demektir. Süt ısınırken, bir kapta şekeri, unu, tuzu ve eğer toz vanilya kullanıyorsanız vanilyayı iyice karıştırın. Ayrı bir kapta dört yumurta sarısını çırpın. Çırptığınız yumurtaları, kuru malzemelerin içine döküp iyice karıştırın. Elde ettiğiniz karışımın macun kıvamında olması gerekiyor.

Şeker ve yumurta sarıları

Isıttığınız sütü, macun kıvamındaki karışıma dökerek iyice karıştırın. Bütün malzemeler iyice karışınca, elinizdeki karışımı, sütü ısıttığınız tencereye döküp orta derece ateşte üç dakika kadar hızlı hızlı çırpın.

Süt, şeker, yumurta

Bu süreç sonunda karışım katılaşmaya başlayacak. Karıştırmaya bir süre daha devam edin. Arada bir karıştırmaya ara vererek kremanın kaynayıp kaynamadığını kontrol edin. Krema kaynamaya başladığı anda, on saniye kadar daha kremayı karıştırın ve hemen tencereyi ateşten alın. Kremayı sık telli bir elekten sıcağa dayanıklı bir kaba geçirin. Bu aşamada eğer vanilya özütü kullanıyorsanız, onu kremeya ekleyip iyice karıştırın.

Elek

Kremanın üstünü, sterç filmle, film, kremanın üzerine doğrudan değecek şekilde kapatın. Streç filmin kremayla doğrudan temas etmesi, kremanın üzerinde kaymak oluşmasını engelleyecek. Kremeyı en az dört saat buz dolabında soğutun. Krema buz dolabında üç güne kadar bekleyebilir.

Elinizdeki brioche hamurunun yarısını uzunluğu 60 cm ve yüksekliği 13 cm  olan bir diktörtgen şeklinde açın.

Açık Hamur

Soğuyan kremayı bu hamurun üzerine yayın. Çikolata parçacıklarını dikdörtgenin alt yarısına serpiştirin.

Krema ve Çikolata

Diktörtgenin diğer yarısını, çikolataların üzerine kapatın ve elinizle hamurun üzerine hafifçe bastırarak kremayla çikolata parçacıklarının birbirine yapışmasını sağlayın.

Katlanmış Hamur

Daha sonra, her bir parçası 6 cm olacak şekilde elinizdeki hamuru on parçaya bölün. Bu parçaları, içine parşömen kağıdı konmuş bir tepsiye aralıklı olarak (en az 5 cm) dizin ve tepsinin üzerini streç filmle kaplayın.

On Parça

İki saat oda sıcaklığında, hamurun kabarmasını bekleyin. İki saatin dolmasına yakın, fırınınızı 180°C’ye (350°F) ısıtın. Hamur parçalarınının üzerine yumuta sürüp 40 dakika kadar pişirin.

Hamur Mayalandıktan Sonra

Fırından çıkardıktan sonra, tepside 20 dakika kadar briocheların soğumasını bekleyin. Kabaran briochlar birbirlerine yapışmış olacaklar. Onları bir bıçak yardımıyla ayırabilirsiniz.

Çikolatalı Brioche

Her Şey Mükemmel Olmasa da…

Lisede okurken, ne zaman bir dergi satın alsam, eve gelince önce üniformamı çıkarır, ellerimi yıkar, sonra da odamın en rahat köşesi neresiyse oraya kurulur ve okumaya başlardım. Dergimi elime almadan önce her şey mükemmel olmalıydı ki hiç ara vermeden, kendimi, okuduğum sayfalarda kaybedebileyim. Şimdi de ne zaman posta kutuma Bon Appetit‘in yeni sayısı gelse, öncelikle bir hazırlık aşamasından geçip, sonra koltuğuma yerleşip dergimin iştah kabartan sayfalarına dalıyorum. Benzer bir rutini bloğum için de takip etme eğilimindeyim. Bloğuma yazmadan önce, eğer olmasını beklediğim bir şey varsa, o şey olana kadar bekliyorum ki olan bitenin hepsini bir arada yazabileyim. Örneğin, aralığın başında doktora tezimi yazmayı bitirdim ve tezimi başarıyla savundum. Savunmamdan bir-iki hafta önce Microsoft Research‘te geçici bir projede çalışmaya başladım. Doktoramı aldığımı yazmak için doğru zamanın, Microsoft‘taki projenin bittiği gün olduğuna karar verdim; ama proje uzadıkça uzadı. Proje uzayınca, kalıcı bir iş arama planlarım da ertelenmiş oldu. Bir yandan da doktora danışmanımla bir makale yazmaya çalışıyorduk. Her şey yarım yamalaktı. İş aramakla aramamak arasında olmak, makalemi hala yazıyor olmam, Microsoft projemin planlanandan geç bitmesi, paylaşmayı istediğim yeni tariflerin olması; ama elimde bu tarifler için fotoğrafların olmaması, beni, yazmayı erteleme havasına soktu. Neyse ki geç de olsa, beni mutlu eden şeyleri yapmak için, hayatımdaki her şeyin, istediğim gibi gitmesini bekleyemeyeceğimi fark ettim. Bu yüzden, sessizliğimi, enfes bir brioche tarifiyle bozuyorum.

Brioche, içinde fazla miktarda tereyağı ve yumurta olan bir çeşit ekmek. Ekmeğin dokusu çok hafif ve yumuşak. Özellikle kahvaltı için mükemmel. Aşağıdaki tarif pek zahmetli bir tarif değil. Tarifin işe yaramasını garantilemek için malzemeleri tartarak ölçmenizi tavsiye  ederim (unlu mamuller için mutfak tartısı kullanmak çok faydalı). Ben, bricohe hamurunu yaparken tezgah üstü ayaklı mikser kullanıyorum. Mikserin hamur karıştırma ucu (kanca) ile hamuru yoğuruyorum. El mikseriyle, mikserin hamur yoğurma ucunu kullanarak da yoğurulabilirsiniz bu hamuru. Hamurun elle yoğurulup yoğurulamayacağından emin değilim. Elle yoğurulursa, hamurun yapımı oldukça uzun sürer diye tahmin ediyorum. Cesareti olup da hamuru elle yoğurmayı demek isteyenler varsa, lütfen sonucun ne olduğunu bana yazın. Bir de tereyağını eklerken hamuru elle değil de tahta bir kaşıkla yoğurmanızı tavsiye ederim.

Diğer tariflerde olduğu gibi, brioche tarifi için de yapımın farklı aşamalarını gösteren fotoğraflar çekmeye çalıştım. Fotoğrafların kalitesi düşük malesef. Mutfağımın ışık alma açısı pek iyi değil. Fotoğraf makinamda bir sorun olduğu için fotoğrafları telefonumla çektim. Yakın gelecekte, bloğa daha kaliteli fotoğraflar koymayı hedefliyorum.

Tarife geçmeden önce, un hakkında ufak bir not yazmak istedim. Aşağıdaki tarif, iki çeşit un gerektiriyor. Bunlardan biri, çok amaçlı un. Marketlerde satılan unlar bu kategoriye giriyor. Bu un, kek unundan ve ekmek unundan, içerdiği protein miktarı bakımından farklı. Bu unla, kek de ekmek de yapılabilir. Tarifte geçen diğer un çeşidi ekmek unu. Bu unun protein miktarı, diğer unlara göre daha yüksek; dolayısıyla, gluteni fazla. Gluten, hamur yoğuruldukça aktif hale geliyor ve ekmeğe gevrek bir yapı veriyor. Ayrıca ekmeğin içindeki hava kabarcıkları da glutenin eseri. Kısaca, kek unundan da bahsedeyim. Kek unu, protein miktarı en düşük un. Kekin hafif ve yumuşak yapılı olması için protein miktarı düşük un tercih edilir. Kek yaparken, kek karışımını fazla yoğurmamak gerekir. Biraz önce yazdığım gibi, hamur yoğuruldukça, içindeki gluten aktif hale geliyor. Gluten, kekin sert olmasına neden oluyor. Brioche bir çeşit ekmek olduğu için, içine proteini yüksek un konuluyor ve uzun süre yoğuruluyor.

Sade Brioche

Flour: Spectacular Recipes from Boston’s Flour Bakery + Cafe’den

İçindekiler:

– 315 gram çok amaçlı un (2 1/4 su bardağı)

– 340 gram ekmek unu (2 1/4 su bardağı)

– 3 1/3 çay kaşığı kuru maya

– 82 gram şeker ( 1/3 su bardağı ve 1 yemek kaşığı)

– Bir yemek kaşığı tuz

– 120 gram soğuk su (1/2 su bardağı)

– Altı yumurta

– 310 gram oda sıcaklığında tereyağı (bir su baradağı ve altı yemek kaşığı). Tere yağını 10 veya 12 eşit parçaya bölün.

Tereyağı

Yapılışı

Büyükçe bir kapta unları, mayayı, şekeri, tuzu, suyu ve yumurtalardan beşini mikserinizle düşük hızda iyice karıştırın.

Malzemeler

Kabın dibinde un kalmasın. Gerekirse, mikseri durdurup kabın kenarlarını bir spatulayla sıyırın. Hamur sert ve kuru olacak.

Karışmış Malzemeler

Bu aşamada, hamura tereyağı parçalarını birer birer ekleyin. Eklediğiniz her paraçanın, bir diğer tereyağı parçasını eklemeden önce, hamura iyice yedirilmesi gerekiyor. Gerekirse, elinizle, ara sıra hamuru ayırıp tereyağının iyice hamura karışmasını sağlayın. Bu süreç yaklaşık on dakika kadar sürüyor. Hamur bu aşamada oldukça cıvık olacak.

Tereyağından Sonra

Hamur ve tereyağı iyice karıştıktan sonra, mikserin hızını orta dereceye getirin ve on beş dakika hamuru yoğurun. On beş dakika sonunda hamurun bir topak haline gelmesi gerekiyor. Hamur, bir ucundan tutup çektiğinizde, esnek bir kıvamda olmalı.

Hamurun Son Hali

Eğer hamur hala cıvıksa, içine bir-iki yemek kaşığı un atıp gereken kıvama gelene kadar yoğurmaya devam edin. Hamur gerekli kıvama geldiğinde, mikserin hızını bir derece daha arttırıp bir dakika boyunca yoğurun. Hamuru büyükçe başka bir kaba koyup üzerini streç filmle kapatın. Streç film, hamurun üstüne doğrudan değerek hamuru kaplamalı. Buz dolabında, mayalanması için bir gece bekletin.

Hamur Mayalanmadan Önce

Hamur Mayalandıktan Sonra

Fırınınızı 180°C’ye (350°F) ısıtın. Eğer kek kalıbınız benimki gibi 23,5 cm uzunluğunda,  13,3 cm genişliğinde ve 7 cm derinliğindeyse, hamurun yarısını merdaneyle, bir kenerarı 23,5 cm olan bir kare şeklinde açın.

Kare Hamur

Hamurun kenarlarını ortasına doğru katlayın.

Katlanmış Hamur

Kenarların katlandığı kısmı alta gelecek şekilde, hamuru kalıba koyun, kalıbın üzerini streç filmle kapatın ve oda sıcaklığında 4-5 saat, hamur kabarana kadar bekleyin.

Hamur Tepside

Hamur kabarınca, hamurun üzerine, geriye kalan yumurtayı sürüp, hamuru fırına verin ve 40-45 dakika kadar pişirin.

Tepside Mayalanmış

Hamurun diğer yarısını benim yaptığım gibi, çikolatalı brioche yapmak için kullanabilirsiniz (çikolatalı brioche tarifini bir-iki gün içinde yazacağım) ya da onu da aynı şekilde sade pişirebilirsiniz.

Piştikten Sonra

Dilim

Elinizde başka şekilde bir tepsi varsa, hamurun tümünü 14-15 parçaya ayırıp yuvarlak bezeler halinde tepsiye yerleştirebilirsiniz.

Hafta Sonu, Pancar ve Keçi Peyniri

Ah sevgili okur, yine parmaklarım klavyeye gitmedi uzun süre. Yaz geçti, okul açıldı, seyehate çıkıldı. Tez yazmak, deney yapmak ve bazen de motive olmak için uğraşıp durdum. Ağustosta bir hafta evde oturup, sadece, televizyon izleyip kitap okudum. Canım hiçbir şey yapmak istemedi. Bu arada Game of Throns’un dört kitabını bitirdim. Şimdi beşinciyi okuyorum. Food Network izleyip beğendiğim tarifleri denedim. Sizinle paylaşmaya değer bir tarife rastlamadım televizyonda henüz; ama benim sürekli yaptığım ve yiyenlerin çok beğendiği başka yemek tarifleri var sırada. Ben yazmadıkça birikiyor bunlar.

Bu hafta sonu, yeni evimize yerleşmemizin şerefine, arkadaşlarımızı kahvaltıya çağırdık. Ben bloğumun fotoğrafında gördüğünüz kişi yaptım. Kişe ek olarak da yaban mersinli, böğürtlenli, ahu dudulu kek ve domatesli pay yaptım. Kişin tarifini de sizinle paylaşmak istiyorum; ama ilk fırsatta size domatesli payın tarifini vereceğim. Zira payın tadı aklımdan çıkmıyor. Benim yaptıklarıma ek olarak, misafirler de bir şeyler getirdiler. Yasemin ve Yiğit bir meyveli turta, Damineh ve Frank makarna salatası ve kurabiye; Eylem ve Eray beyaz peynirli bir kek, Tom ve Shay soğanlı turta getirdiler. Stephen S., vakti olup da bir şeyler yapamadığı için, bir pastaneden, değişik çeşitte çörekler alıp getirdi. Mimosalar içildi. Her şey çok lezzetliydi. O telaş içinde fotoğraf çekmek aklıma gelmedi.

Hafat sonu geride kaldı malesef. Şimdi tekrar ofisimdeyim ve yapmam gereken çok iş var. Tezim yavaş yavaş şekilleniyor. Tezimin yarısını yazmış durumdayım. Tabi bu yazdıklarımın üzerinde yine çalışmam gerekiyor; ama en azında elimde somut bir taslak var. Bundan sonrası daha kolay olacak diyebilseydim keşke; ama hayatımdaki yeni gelişmeler işleri yavaşlatacak sanırım.

İşler bu derece yoğunken, yemek yapmak için zaman kalmıyor. Bazen güzel bir sandviç de sıcak bir yemeğin yerini tutabiliyor. Pancarlı* sandviç, böyle yoğun zamanlarda hem tatmin edici hem de kolay bir seçenek benim için.

*Ben markette dört mevsim kırmızı pancar bulabiliyorum burada. Pancar turşusu da kullanabilirsiniz bu tarif için. Eğer turşu kullanıyorsanız balsamik sirkeye gerek yok.

İçindekiler:

–  Fransız bageti (ya da istediğiniz herahngi bir sandviç ekmeği)

–  Keçi peyniri

–  Bir tane, küçük ya da orta boy kırmızı pancar

–  Bir avuç dolusu roka

–   Bir yemek kaşığı balsamik sirke

–   Yarım yemek kaşığı zeytin yağı

Yapılışı:

Fırınınızı 190°C’ye (375°F) ısıtın. Pancarı yıkayarak iyice temizleyin. Yıkadığınız pancarı, genişçe bir folyonun üzerine koyup, üzerine, yarım yemek kaşığı zeytin yağını dökün.

Folyoyu, zarf gibi kapatarak, pancarı iyice sarmalayın.  Isınmış fırına, folyoya sardığınız pancarı koyun ve 30 dakika pişirin.

Bir çatalla, pancarın pişip pişmediğini kontrol edin. Çatalın, rahatça pancara saplanması gerekiyor. Pancar büyükse, pişirme süresi de uzun oluyor.

Pişmiş pancarı fırından çıkarın ve elinizi yakmayacak sıcaklığa geldiğinde, pancarın kabuğunu bir bıçakla soyun ve pancarı dilimleyin.

Dilimlediğiniz pancarların üzerine balsamik sirke dökün.

Bir pancarla iki sandviç yapabilirsiniz. Sandviç ekmeğinin arasına keçi peynirini bolca sürün.

Pancarları ve rokaları da ekmeğin arasına koyun ve afiyetle yiyin.

Batıdan

Ehem, ehem, son beş haftadır Seattle’dayım. Yeni evimizdeyiz. Eşyalarımız uzun süre elimize geçmedi. Şişme yatakta yatıp, uyku tulumlarımızı yorgan olarak kullandık (ev, akşamları serin oluyor).

Yerde ya da Fred Meyer’den aldığımız şezlonglarda oturduk. Plastik çatal bıçaklarla yemek yedik. Ben, aynı kıyafetleri yıkayıp yıkayıp giydim.

Eşyalarımızın, planlanandan bir ay sonra buraya varacağını öğrendiğimde moralim çok bozulmuştu. Yanıma doğru düzgün kıyafet almamıştım, nasılsa eşyalar, biz buraya vardıktan iki gün sonra gelecek diye. Sonradan o kadar da dert etmedim bu işi.

İnsan, azla da yapabiliyor. Sahip olduğumuz birçok şeye, aslında çok da ihtiyaç duymadığımızı gördük.

Geçen hafta eşyalarımıza kavuştuk. Henüz evi yerleştirebilmiş değiliz. Bir-iki mobilya aldık, onların gelmesini bekliyoruz. Her şey yavaş yavaş yoluna giriyor.

Burada olmak çok güzel. Pencereden dışarı baktığımda masmavi ya da gıpgri (TDK sözlüğünde böyle bir sözcük yok bu arada) ya da bembeyaz gökyüzünü görüyorum.

Hava açıksa, ufukta Olimpik Sıradağları beliriyor, tepeleri karlı.  Güneş, son ışınlarını evimin içine dolduruyor. İçim huzurla doluyor.

Bu yazımda size yine Molly Wizenberg’ün kitabından bir tarif vereceğim.

Bu yaz sıcaklarında beğenerek yiyeceğinizi düşünüyorum bu turşuyu. Sandviçlerin yanında çok güzel gidiyor. Kendi başına ordövr olarak da servis edilebilir. İşin güzel tarafı, bu turşunun bir günde olması; ama ben turşuyu kurduktan dört gün sonra yiyorum; tadı  o zaman daha güzel oluyor.

Kara Üzüm Turşusu

A Homemade Life’tan.

İçindekiler:

– Yarım kilo kara ya da kırmızı üzüm (çekirdeksiz olursa daha iyi olur)

– Bir su bardağı beyaz şarap sirkesi ya da beyaz sirke

– Bir su bardağı toz şeker

– 1 ½ çay kaşığı hardal tohumu (sarı ya da kahverengi)

– Bir çay kaşığı öğütülmemiş karabiber

– Bir tarçın kabuğu (öğültülmemiş)

– ¼ çay kaşığı tuz

Yapılışı:

Önce, üzümleri iyice yıkayıp kurutun. Sonra çöplerini dikkatlice çıkarın. Küçük ve keskin bir bıçakla, çöplerini çıkardığınız yeri (göbek deliğini) çok ince bir dilim halinde kesin ki üzümün eti açığa çıksın.

Üzümleri büyükçe bir kaseye koyun.

 

Küçük bir tencerede, üzüm hariç bütün malzemeleri karıştırın ve kaynayana kadar ısıtın.

Karışım kaynadıktan sonra, karışımı kasedeki üzümlerin üzerine dökün ve karıştırın. Kasedekiler oda sıcaklığına gelene kadar bekleyin.

Bu arada, temiz bir cam kavanozu hazırda bulundurun. Üzümler soğuyunca, bir kepçeyle hem üzümleri hem de turşu suyunu kavanoza dökün. Buz dolabında bir gece bekletin.

Soğuk servis edin. Ben beyaz sirke ile yaptığım turşuyu beyaz şarap sirkesiyle yaptığımdan daha çok beğendim; haberiniz olsun.

Limon Kokusu

Kulağımda Fleet Foxes, ellerim klavyede. Kim bilir kaç kere masamın başına oturup dakikalarca ekrana boş boş baktım. Bazen (şu an olduğu gibi), gözlerim isyan etti. Gözlerimi kapatıp kafamın içindeki sesleri dinledim; ama seslerden anlamlı bir bütün oluşturamadım. Vücudum yorgun düştü sık sık. Sabahları yataktan kalkmakta zorlandım. Ofisimden durağa yürümek bile zor geldi bazı günlerde. Neşelendiğim de oldu umutsuzlandığım da. Yazmadığım bu uzun süre boyunca aklıma ve bedenime hakim olan, arsız yorgunluk oldu, başka hiçbir şey değil. Ben kendimi evden labaratuara, labaratuardan eve sürüklerken, aklımda sürekli (abartmıyorum) limonlu kek vardı; mis kokulu, yumuşak, ak (sarı diyelim biz buna), pak limonlu kek. Güzelim limonlu kek, herkesin evinde yapılsın, herkes tatlı krizlerini bu kekle gidersin diye canım bloğuma koymak istedim kekin tarifini. Fotoğraflarım hazırdı, tarif zaten aklımda; ama o yorgunluk yok mu o yorgunluk, bana hiçbir şey yaptırmadı. Şimdi de yorgunum; ama yazın etkisi midir nedir bilmem, oturdum, yazıyorum duraksamadan. Kek tarifi biraz beklesin bakalım.

İnsan uzun süre yazmayınca o kadar çok şey birikiyor ki nereden başlasam, neleri yazsam, neleri atlasam bilemiyorum. Sanırım en önemli gelişme, eşim Stephen’ın, Amazon’dan gelen iş teklifini kabul etmesiydi. Amazon Seattle’da. Her ne kadar San Francisco’da yaşamak için can atsam da Seattle’a taşınacak olmak beni hiç üzmedi. Aksine, çok heyecanlıyım. Stephen kararını verdikten bir-iki hafta sonra iki günlüğüne Seattle’a, ev bakmaya gittik. Eskiden oturduğumuz yerin adı Capitol Hill. Her yere yakın, genç nüfusun ağırlıkta olduğu bir muhit. İlk blog yazıma koyduğum fotoğraflardan bazıları, geçen yaz Capitol Hill’de kaldığım apartmanın terasında çekildi. Burada birçok restoran ve bar var. Capcanlı bir yer yani. Bir de Seattle’ın kuzey batısına düşen, Ballard diye bir muhit var çok sevdiğimiz. Ben Seattle’da, Stephen Boston’dayken, Ballard’da oturan arkadaşlarım Can ve Çağlar’ı sık sık ziyaret ederdim. Hava ne kadar kapalı da olsa Ballar’da dolaşmak içimi aydınlatmıştır hep. Ballard, Capitol Hill’e göre daha ağır başlı bir muhit. Nüfusunun yaş ortalaması Capitol Hill’den biraz daha yüksek. Ballard’da da birçok restoran ve bar var. Ayrıca İskandinav göçmenleri sayesinde, hissedilir bir İskandinav kültürü var. Ballard’ın en sevdiğim yanlarından biri, temmuz ayında yapılan deniz ürünleri festivali (Seafood Festival). Hem Ballard’ı hem de Capitol Hill’i çok sevdiğimizden, ev ararken bu iki yere odaklandık. Ev aradığımız ilk gün kahvaltı ederken, Ballard’da yeni inşa edilen (iki-üç yıl önce) bir apartmanın kiralık ilanını gördük. Kiralık daireyi gezdik ve çok beğendik. Ertesi gün de gördüğümüz daireyi tuttuk. Boston’a eli boş dönmemenin ve nerede yaşayacağız kaygısından kurtulmuş olmanın verdiği hafifliği size anlatamam. Yeni mutfağımdan (malesef Boston’daki mutfağıma oranla çok küçük) ve mahallemden daha çok bahsedeceğim gelecekteki yazılarımda. Şimdiden heyecanlanıyorum.

Seattle’da kalacağımız daireyi tutup Boston’a geri dönünce, işlerimin yoğunluğu iyice arttı. Mayısın başında Florida’da toplanan Vision Sciences Society (VSS) konferansı için hem kendi posterimi hazırlamam hem de patronum Ruth’la beraber çalıştığımız projenin deneylerini bitirmem gerekiyordu. Günde yakalşık 12 saatimi labaratuarda geçiriyordum. Neyse ki VSS’i başarıyla atlattım. Posterimi görmeye birçok kişi geldi ve fikirlerine önem verdiğim bilim insanlarından çok olumlu yorumlar aldım. Patronum Ruth’un konuşması da beğenildi. En önemlisi de Ruth’un, yaptığım işi beğenmesi oldu. Yorulduğuma değdi. VSS için bu kadar yoğun çalışınca, doktora tezimi ihmal etmek zorunda kaldım uzun bir süre için. Dolayısıyla bu yaz mezun olamayacağım. Bu yazı çok üretken geçirip sonbaharda mezun olmayı umuyorum. Bu arada da evimi sık sık limon kokusuyla doldurmaya niyetim var.

Yorgun bedenlere!

Fransız Usulü Limonlu Kek

A Home Made Life’tan

İçindekiler:

Kek hamuru için

-1 ½ su bardağı un

-İki çay kaşığı kabartma tozu

-Bir çimdik tuz

-İki yemek kaşığı limon kabuğu rendesi

-Yarım su bardağı iyice karıştırılmış tam yağlı yoğurt (ben süzme yoğurt kullanıyorum)

-Bir su bardağı şeker

-Üç yumurta

-Yarım su bardağı yağ (ben zeytin yağı kullanıyorum; ama siz mısır ya da herhangi bir bitkisel yağı kullanabilirsiniz)

Pudra şekerini elekten (sifter) geçirmek gerekiyor

Şurup için

-1/4 su bardağı pudra şekeri (elekten geçirilmiş)

-1/4 su bardağı taze sıkılmış limon suyu

 Şekerli limonlu krema (icing) için

-Bir su bardağı pudra şekeri (elekten geçirilmiş)

-Üç yemek kaşığı taze sıkılmış limon suyu

Yapılışı:

Fırınınızı 180°C’ye (350°F) ısıtın. Çapı yaklaşık 23 cm (9 inch) olan yuvarlak bir kek kabının içini yağlayın. Kabın tabanını parşömen kağıdıyla kaplayıp parşömeni de yağlayın. Bir karıştırma kabında unu, kabarma tozunu, tuzu ve limon rendesini iyice karıştırın.

Başka bir kapta, yoğurdu, şekeri ve yumurtaları iyice çırpın. Bu karışımın üzerine unlu karışımı ekleyip çırpmaya devam edin. Yağı da ekleyip iyice karıştırın.

Hazırladığınız bu kek hamurunu kek kalıbına dökün ve 25-35 dakika kadar pişirin.

Keke batırdığız bıçak, kekin içinden temiz çıkıyorsa, kek, olmuş demektir.

Fazla pişirmemeye özen gösterin. Bir tel ızgara üzerinde pişmiş keki kabıyla birlikte 15 dakika soğutun.

Keki kalıptan, kalıbın kenarlarından bıçak geçirerek ayırın ve geniş yassı bir tabağa keki ters çevirin. Kekin altındaki parşömen kağıdını çıkarın. Sonra da keki tel ızgara üzerine ters çevirerek aktarın. Kekin kubbe gibi olan kısmı üste gelecek. Tel ızgaranın altina bir başka tepsi koyun.

Küçük bir kapta, şurup malzemelerini iyice çırpın ve şurubu, hala sıcak olan kekin üzerine kaşık kaşık dökün.

Şurup, kekin kenarlarından yanlara akacak. İsterseniz, alttaki tepside toplanan şurbu bir kez daha kekin üzerine dökebilirsiniz. Şurubu döktükten sonra, kek iyice soğuyana kadar bekleyin.

Yine küçük bir kasede, şekerli limonlu krema malzemelerini çırpın. Şekerin, limonlu su içinde tamamen erimesi gerekiyor.

Kremayı kekin üzerine yayın.

Krema, kekin yanlarından akacak. Eğer kremayı, kek, servis tabağındayken dökerseniz daha iyi olur. Bunun için servis tabağınızın yeterince büyük olması gerekiyor; aksi takdirde krema tabaktan taşabilir.

Tez ve Kurabiye

Memleket maceram biteli iki buçuk hafta oldu. Ne macera ama! Önce anneannemin kalça kemiği kırıldı. Ameliyat oldu. Geçtiğimiz pazartesi taburcu oldu. Annem de hastanede onunla kaldı iki hafta boyunca. O da çok yoruldu. Anneannemin ameliyatından önce hem eşim hastalandı hem ben hastalandım. İkimizin de ateşi çıktı. Ben iğne yaptırmak zorunda kaldım. Üniversite yıllarımdan beri hiç bu kadar ağır bir grip geçirmemiştim. Anneannemin haline üzülen dedemi bir dalgınlıktır aldı. Ocağı yakıp su ısıtmak isterken üzerindeki kıyafet alev aldı ve dedem bunu hemen farketmedi. Neyse ki, olan sadece kıyafetlerine oldu. Bu kazayı yanıksız atlattı… Uzun lafın kısası, bir kara bulut peşimizi bırakmadı biz oradayken. Neyse ki her şey yavaş yavaş yoluna giriyor.

Amerika’ya döndüğümden beri çok yoğunum. Tezimi yazmaya başladım; ama nasıl gittiğini doktora, mastır tezi, ödev, proje vesaire yazmış, yazan herkes bilir. Bir-iki cümle yazıp maillerime bakıyorum. O günün Crossfit egzersizi neymiş, bugün bloğa ne yazmışlar diye kontrol ediyorum (yaklaşık dört-beş kez). Sonra Piccsy‘deki resimlere bakıyorum. Tekrar maillerimi kontrol ediyorum. Bir-iki cümle daha yazıyorum. Sonra hooop Uncle Beefy yeni bir şeyler yazmış mı diye bakıyorum. Anlayacağınız iki haftadır sadece dört paragraf yazabildim. Bu işin bir kolayı, üretkenliği arttıran bir yol var mıdır? Önerileriniz varsa lütfen paylaşın. Benim gibi çalışma disiplini olmayan birini yola sokmak da kolay değil tabi.

Bu arada evde yemek yapmaya da ara vermiştim. Paylaşmak istediğim tarifler var sizinle; ama bir türlü elim klavyeye gitmedi. Nihayet bugün, iki haftadır yapmayı planladığım kurabiyeleri yaptım. Eşimin kuzeni Austin dün bize geldi bira yapmak için. Dün geç saate kadar bira yapımıyla uğraştılar.

Austin ve Lupin

Bu sabah beraber kahvaltı ettik. Stephen bir arkadaşıyla buluştu. Austin ve ben de evde çalışmaya çalıştık (Austin de doktora öğrencisi). Ben çalışamayacağımı anlayınca kurabiye yapmaya karar verdim ve Austin de bana yardım etti. Fotoğrafların bir kısmını da o çekti.

Lupin de yardımlarını eksik etmedi

Bu kurabiyeler çok lezzetli, kurabiyelerin yapımı çok kolay. Pişirme süresi de on iki dakika.

Çikolatalı Kurabiye

Fine Cooking: Holiday Baking‘den

İçindekiler:

– 3/4 su bardağı un

– 1/2 su bardağı şekersiz kakao

– 1/2 su bardağı ve 1 yemek kaşığı şeker

– 1/8 çay kaşığı karbonat

– 1/8 çay kaşığı tuz

– Yedi yemek kaşığı (71 gr.) tereyağı, oda sıcaklığına getirilmiş

– Yarım paket toz vanilya ya da 1/2 çay kaşığı vanilya özü

– 1 1/2 yemek kaşığı tam yağlı süt, eğer toz vanilya kullanıyorsanız iki yemek kaşığı süt

– 2/3 su bardağı az dövülmüş ceviz

– 1/2 su bardağı bitter çikolata (küçük parçalara ayrılmış)

– 1/2 su bardağı kuru yabanmersini (aktarlarda satılıyor. Aslında aktarlarda yabanmersini diye satılan şey, rengi kırmızı, İngilizcede cranberry denilen meyve. Yabanmersini aslında blueberry. Bu tarif aslında kuru vişneyle de yapılabiliyor.)

Yapılışı

Fırınınızı 177° C’ye (350° F) ısıtın. Tepsinizin içine parşömen kağıdı koyun ki kurabiyeler tepsiye yapışmasın. Bir mutfak robotunda ya da büyük bir kasede un, kakao, şeker, karbonat ve tuzu iyice karıştırın. Eğer toz vanilya kullanıyorsanız onu da ekleyin.

Tereyağını ufak parçalara bölüp robotun içine ya da kaseye atıp biraz daha karıştırın.

Eğer vanilya özü kullanıyorsanız, vanilya özünü ve sütü bir kapta karıştırıp, çalışır haldeki robotun içine dökün ve topaklar oluşuncaya kadar karıştırın.

Ya da elinizle karıştırdığınız karışıma ekleyip yoğurmaya devam edin.

Karışımı robottan bir kaseye aktarıp elinizle malzemelerin iyice karışmasını sağlayın.

Elde ettiğiniz hamurun içine yabanmersinlerini, çikolata parçacıklarını ve cevizleri ekleyin ve yoğurun.

Bu hamurdan ceviz büyüklüğünde parçalar alıp, bu parçaları şekillendirip tepsiye dizin.

Fırında altı dakika pişirin. Tepsiyi 180° çevirip altı dakika daha pişirin. Fırından çıkardığınız kurabiyeleri on dakika kadar soğuttuktan sonra yiyebilirsiniz.

Memleket Havaları

Yirmi beş aralıktan beri Türkiye’deyim. Almanya’dan aktarmalı geldim. Almanya’da uçağa binmek için beklemeye başladığımız andan, kendimizi Şişli’deki eve atana kadar, kendimi sinir nöbetlerine girer halde buldum. Şimdi burada, annemlerin sıcacık evinde, rahat bir koltuğa kurulup da ülkem insanının medeni davranışı hakkında ahkam kesmek istemiyorum. Yazacaklarım tamamen gözleme dayalı.

Münih’teyiz. Bizimle birlikte İstanbul uçuşu için bekleyenlerin yüzde doksanı Türk. Beni alıyor bir tedirginlik. Uçağa biniyoruz. Eşimle ayrı yerlerde oturuyoruz. Benim koltuğum cam kenarı; yanındaki iki koltukta da oturanlar var. Sekiz saatlik başka bir uçuştan sonra oradayım. Uykusuz ve yorgunum. Üstelik hastayım. Koltuğumun olduğu sıraya ulaşınca Türkçe “İzin verir misiniz?” diyorum. Yerime geçiyorum. Daha popomu koltuğa koymadan, yanımda oturan kadın, gayet pasif agresif şekilde bana “Rica ederiz” diyor. Şikayet ediyor yani teşekkür etmediğim için. Daha yerime bile doğru düzgün oturmamışım, teşekkür etmeye fırsatım bile olmamış. Umursamıyorum ve bu davranışın üzerine teşekkür etmiyorum (yanlış evet; ama hatırlatayım, yorgunum ve hastayım). Uçuş, sabah erken. Havalanıyoruz; güneş camdan içeri giriyor. Ben camımın panjurunu kapatıyorum, gözlerimi de. Uçuş iki saat. Yanımdakiler sürekli bir şeylere söyleniyorlar. Arkamda oturan çocuk sürekli koltuğumu sallıyor. Bir şey demiyorum. Sıkıyorum dişimi. Bazıları, laftan anlayacak kadar bile görgülü değil, göze almıyorum huzurumdan kalan bir iki kırıntının da gereksiz yere uçup gitmesini. Uykuya dalmak mümkün değil zaten. Yine de gözlerimi kapalı tutuyorum. Uçak yere indiğinde açıyorum gözlerimi ve pencerenin panjurunu açılmış buluyorum. Yandakiler konuşurken anlıyorum ki arkamda oturup bana uykuyu haram eden veledin anası, elini koltuğun arasından uzatıp açmış camı. Oysa ki kendi koltuğunun yanında da pencere var. Derin bir nefes alıyorum. Neyse ki vardık İstanbul’a. Bu insanlara daha fazla tahammül etmem gerekmiyor. Bu arada, uçağın tekerleri yere değer değmez bir çok insanın emniyet kemerlerini açtığını söylememe gerek yok sanırım. O, zaten Türk dolu uçuşların vazgeçilmezi. Sıra uçaktan inmeye geldiğinde ayrı bir tedirginlik sarıyor beni. Uçak adabıdır, sizden önceki sıralardaki insanların koltuklarından kalkıp eşyalarını alıp çıkmasını beklersiniz, medeniyseniz. Sıra bana geldiğinde (ki alacağım bir eşyam yoktu. Ayaktaydım ve sıramdan çıkmaya hazırdım) arkadakiler  beni beklemeden yürümeye başladılar. Ben de önlerini kesmek zorunda kaldım ve kendimi uçaktan dışarı attım. Neyse ki pasaport kuyruğunda sinirlerimi bozan bir şey olmadı.

Hava alanından taksiye binmeye karar verdik. Binince, şoföre “Merhaba, biz Şişli’de şu adrese gidiyoruz.” dedim. Adamın ağzından bir kelime bile çıkmadı. Eve gelince de parasını ödeyip teşekkür ettim, iyi işler diledim. Adamdan yine gık çıkmadı. Bu kadar mı zor bir merhaba demek, teşekkür etmek, iyi günler demek? Zor demek ki, medeni olmayana zor!  Bu ülkede evden her dışarı çıkışımda sinir harbi yaşar oldum. İnsanların, kişisel alana saygısı yok. ATM’den para çekiyorsunuz, arkanızdaki neredeyse size dokunacak kadar yakınınızda bekliyor örneğin. Oflayıp pufluyorlar sürekli. Koçtaş’ta kasiyer soruyor “Koçtaş kartınız var mı?”. Kadın cevap veriyor “Çtt”. Hayır demek yok, evet demek yok! “Çtt” var, “Hı hı” var, “I-ıh” var! Medeni olmayı çocuklarımıza öğretmiyor muyuz okullarda, evde? Kaynağı ne bu kabalığın, terbiyesizliğin, umursamazlığın? Bu insanları, omuzlarından tutup silkelemek istiyorum. Silkelenirlerse sanki kendilerine gelecekler, sanki yerine oturmayan taşlar birer birer yerlerine düşecekler, yontulacaklar, düzelecekler. Birçok insandan duyarız, “Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yok. Sadece Türkler böyle yapar, eder” derler. Yok öyle bir şey. Medeniyetsizlik Türklere özgü değil elbet. Her yerde örneklerini görüyoruz. Benim, medeniyetsizlikle karşılaşma ihtimalim Amerika’dakine göre daha yüksek Türkiye’de. Ne kadar acı! Oysa ki, ülkeme döndüğümde içimi tedirginliğin değil, sevincin ve umudun kaplamasını isterdim.

Türkiye’ye gelmenin beni sevindiren yanları yok değil. Ailemi ve arkadaşlarımı görmenin dışında, herkesle Türkçe konuşmanın sevinci var örneğin, kitapçılara gidip Türkçe kitaplar almak var, Türk yemekleri var, Boğaz var, sokaklarında bin bir anımın olduğu İstanbul var, orada geçirdiğim zamanları hala çok özlediğim Boğaziçi var, tanımadığım; ama oralarda bir yerde (Anadolu’da, Trakya’da) olan güzel insanlar da var.

Şimdi ben bu konuyu pilava nasıl bağlarım? Türkiye, Türkler, Almanya’ya göç, göç, Amerika’nın göçmen sorunu, Meksikalı göçmenler, Meksika yemekleri, Meksika pilavı! İyi bağladım mı?

Ben küçüklüğümden beri domatesli pilavı çok severim. Şimdi sizinle paylaşacağım tarifi denediğimde, bu pilavı çok uzun yıllar yapacağımı biliyordum. Bu pilavın domatesi bol. Üstüne üstlük, içinde bir de sarımsak var. Sadece bu ikisinin bile yaratacağı lezzeti siz düşünün.

Meksika Pilavı

The America’s Test Kitchen: Family Cookbook kitabından

 İçindekiler:

– İki büyük domates (dörde bölünmüş)

– Bir büyük soğan (soyulup dörde bölünmüş)

– ½ su bardağı sıvı yağ (ben zeytin yağı kullanıyorum)

– İki su bardağı pirinç

– Beş diş ince kıyılmış sarımsak

– Üç küçük ince kıyılmış acı yeşil biber (jalapeno chiles)

– İki su bardağı tavuk suyu

– Bir yemek kaşığı domates salçası

– ½ su bardağı ince kıyılmış maydanoz

– 1 1/2 çay kaşığı tuz

Yapılışı

Fırınınızı 180° C’ye (350° F) ısıtın.

Domatesleri ve soğanı bir mutfak robotunda püre haline getirin. Mutfak robotunuz yoksa, her ikisini de rendeleyin. Bu pürenin iki su bardağı kadar olması gerekiyor. Fazlası varsa ayırın.

Fırına girebilecek bir tencereniz varsa, onun içinde (Dutch oven gibi), yoksa  herhangi bir tencerede yağı ısıtın. Yağ ısındıktan sonra içine pirinci ekleyip on dakika pişirin. Pirinçler biraz sararacak. Pirinçlerin yanmamasına dikkat edin.

Sarımsakları ve biberlerin üçte ikisini ekleyin ve yaklaşık on beş saniye pişirin.

Ardından, domates-soğan püresini, tavuk suyunu, domates salçasını ve tuzu ekleyip kaynayıncaya kadar pişirin.

Kaynadıktan sonra, eğer fırına girebilen bir tencereniz varsa, tencerenin kapağını kapatıp fırına verin. Fırına dayanıklı bir tencereniz yoksa, tenceredekileri kenarları yüksek, çok büyük olmayan bir tepsiye koyup üstünü folyoyla kapatın ve fırına verin. On beş dakika sonra pilavı iyice karıştırıp tekrar kapağını kapatın ve fırında on beş-yirmi dakika kadar daha (pilav suyunu çekene kadar) pişirin. Fırından çıkardığınız pilavı çatalla karıştırın. Biberlerin geri kalanıyla maydonozları da ekleyip karıştırın.

Ödevim Nezihe Meriç

Nezihe Meriç’in anılarını okuyorum; “Çavlanın İçinde Sessizce”. Meriç’in “Korsan Çıkmazı” romanını ve “Menekşeli Bilinç” öykü kitabını okudum. Başka kitabını okumuş olsam hatırlardım sanırım. Bu iki kitabı da çok sevdiğimi hatırlıyorum; ama romanın ayrıntılarını ve öyküleri çok iyi hatırlayamıyorum. “Korsan Çıkmazı”nı en iyi iki dostumdan birine, Serap’a, armağan etmiştim okuduktan sonra. “Menekşeli Bilinç” de kız kardeşimin (abla sözcüğünü de hiç sevmem; ama kullanırım yine de. Bari burada kullanmayayım) kitabıydı. Neden başka kitaplarını okumadım Meriç’in bilmiyorum. Kendime ödev veriyorum. Türkiye’ye geldiğimde bir başka kitabını daha alacağım ve 2012 bitmeden okuyacağım. Neden 2011 bitmeden okumuyorum? Amerika’da Türkçe kitap satan kitapçıya rastlamadım. İnternetten sipariş ettiğim bir-iki kitap elime kapağı kırışmış olarak geçti. Hiç haz etmem kitaplarımın kırıştırılmasından. Türkiye’ye, bu ayın yirmi beşinde varıyorum. Elimde başka bir kitap olacak. Ben her yıl, o yılın Man Booker Ödülü’nü kazanan kitabını okuyorum. Geçen yılın ödül sahibini -“The Finkler Question”, Howard Jacobson– okuyamadım henüz. Onu bitirip ardından bu yılın ödüllüsünü -“The Sense of an Ending”, Julian Barnes– okumak istiyorum. Arayı uzatmadan Haruki Murakami’nin yeni kitabı 1Q84’ü de okumak istiyorum. O kadar çok kitap var ki listede, hangisini ne zaman okusun bilemiyor insan. Ama Nezihe  Meriç’i listede ön sıralara koyacağım. Onun kurgularında hep tanıdık bir şeyler oluyor benim için. Çocukluğumu hatırlatıyor bazen anlattıkları. Örneğin anılarında bir yerde, jüri üyeliği yapmayı sevmediğini söylüyor; ama yanılmıyorsam, ısrarlara dayanamayıp birkaç yazarı değerlendiriyor bir yarışma için. Okuduklarını beğenmiyor çoğunlukla. Sadece iki kişiyi kayda değer buluyor ve onlara tam not veriyor. Bu iki kişiden biri Mehmet Güler. Güler, kardeşimin orta okuldayken Türkçe öğretmeniydi. Kardeşimin öykülerinden birini Doğan Kardeş’e yollamışlardı ve basılmıştı öykü. Güler’in adını görünce Meriç’in kitabında, yüzüme bir gülümseme yayıldı. İşte, böyle ufak tefek raslantılara gebe Meriç’i okumak benim için.

Ben neden sabah akşam kitap okumuyorum, sabah akşam kitaplardan bahsetmiyorum? Sabah akşam yemek yapmak da güzel. Geçen hafta sonunu mutfakta geçirdim. Eşim, bütün hafta sonu ders çalıştı. Ben de tezimi yazmaya başlasam iyi olurdu tabi; ama yemek yapmak bana daha cazip geldi. Kek, kurabiye, challah (paskalya çöğreğine çok benzeyen bir ekmek) ve hint usulü köri yaptım. Baharatı ve sebzesi bol bu körinin. Yaparken evi çok güzel kokular sarıyor. Tavsiye ediyorum; hemen aktarın yolunu tutun. Malzemeleriniz hazırsa, bu yemeği yapmak yarım saat sürüyor.

Hint Usulü Köri

Cook’s Illustrated’ın iPhone uygulamasından

İçindekiler:

– İki yemek kaşığı köri tozu

– İki çay kaşığı öğütülmüş kişniş otu (coriander)

– Yarım çay kaşığı öğütülmüş kara biber

– ¼ çay kaşığı öğütülmüş kakule (cardamom)

– ¼ çay kaşığı tarçın

Bu malzemeleri karıştırınca “garam masala” denen ve hint yemeklerinde çokça kullanılan bir baharat karışımı elde etmiş oluyorsunuz. Eğer garam masala bulabilirseniz, bu yemek için ihtiyacınız olan miktar 1 ½ çay kaşığı.

– Yarım su bardağı sıvı yağ

– İki orta boy ince kıyılmış soğan (iki su bardağını dolduracak kadar)

– İki küp halinde doğranmış küçük patates (iki su bardağını dolduracak kadar)

– İnce kıyılmış, dört büyük baş sarımsak

– Bir yemek kaşığı ince rendelenmiş taze zencefil

– Bir orta boy, ince kıyılmış acı yeşil biber (Serrano chiles)

– Bir yemek kaşığı domates salçası

– Orta boy bir karnabaharın yarısı (küçük parçalara bölünmüş)

– Rendelenmiş domates (yakalşık bir buçuk-iki su bardağı/400gr). Konserve domates püresi de olur.

– 1 ¼ su bardağı su

– Bir konserve kutusu (iki su bardağı/yaklaşık 425 gr.) pişmiş nohut (bunu evde kendiniz de pişirebilirsiniz).

– 1 1/2 su bardağı bezelye (konserve ya da donmuş bezelye). Donmuş bezelye alıyorsanız, piştikten sonar dondurulmuş olmasına dikkat edin.

– ¼ su bardağı yemeklik krema

– Bir çay kaşığı tuz

Yapılışı:

Bir tavada, bütün baharatları, bir dakika kadar, orta ateşte kavurun. Baharatların kokusu kısa bir sürede bütün evi saracak. Kavurduğunuz baharatları ateşten alıp bir kenara koyun.

Sıvı yağın üç yemek kaşığı kadarını bir tencerede (ben Dutch oven denililen demir tencerelerden kullandım. Size dibi tutmayan bir tencere kullanmanızı tavsiye ederim) yüksek ateşte kızdırın. Patatesleri ve soğanları kızgın yağda sote edin. Arada bir karıştırın. Yaklaşık on dakika kadar sonra soğanlar karamelize olmuş, patateslerin kenarları kahverengileşmis olacak. Eğer soğanlar çok çabuk renk değiştirmeye başlarsa ateşi kısın.

Isıyı ortaya ayarlayıp tencerinin ortasını açın ve yağın geri kalanını, sarımsağı, zencefili, acı yeşil biberi, ve salçayı buraya koyup otuz saniye kadar sürekli karıştırın.

Kavurduğunuz baharatları da ekleyip bir dakika boyunca sürekli karıştırın.

Karnabaharı da ekleyip iki dakika daha karıştırmaya devam edin.

Domatesleri, suyu, nohutları ve bir çay kaşığı tuzu ekleyin. Ateşi yükseğe getirip arada bir karıştırarak kaynatın. Yemek kaynadıktan sonra, ağır ateşte sebzeler yumuşayana kadar, yaklaşık on-on beş dakika, kaynatmaya devam edin.

Bezelyeyi ve kremayı da ekleyip bu malzemeler de iyice ısınana kadar, iki dakika, pişirin.

Gerekiyorsa biraz daha tuz ekleyin ve pilavla servis edin.

 

“Whisky” Üzerine Kısa Bir Not

Bir-iki hafta önceydi. Bir arkadaşımın Facebook’taki duvarına, kim olduğunu hatırlamadığım biri bir yorum yazmıştı. Diyordu ki “Türk usulü viskine buz katma, tadını bozar.” Şimdi tam olarak konu neydi onu da hatırlamıyorum. Buraya ufak bir not düşmek istedim viskiyle ilgili. Doğrudur, viskiye buz koymak tadını bozar. O yüzden ille de soğuk içilmesi gerekiyorsa çok büyük bir buz kalıbı konur ki çok yavaş erisin. Bu buz koyma işi de Türk usulü değil, her yerde yapılan bir şey. Viskiye su katmak da Türk usulu değil. Nedir peki bu işin aslı? Çalıştığım labaratuarlardan birinde iki tane viski aşığı var: Melissa ve Todd. Biz doğum günlerini, basılan makalelerimizi, daha başka iyi haberleri viski içerek kutluyoruz. Ben eskiden viski içemezdim. Şimdi de çok içebildiğim söylenemez; ama iyi viskiyi kötü viskiden ayırabiliyorum. Bir de viski hakkında çok fazla bilgim oldu Melissa ve Todd’la arkadaş olduğumdan beri. Ne diyordum? Hah, viskinin içine neden su katılıyor onu anlatacaktım. Bildiğiniz gibi, viski de şarap gibi varillerde bekletilir şişelenmeden önce. Viskinin “Scotch” olabilmesi için meşeden yapılmış fıçılarda en az üç yıl bekletilmesi gerekiyor. Genelde, İskoçya’daki damıtım evlerinde, beş yıldan otuz yıla kadar bekletiliyor viski varillerde.  İşte bu bekletilen her yıl, viskinin içindeki suyun ve alkolün yaklaşık yüzde ikisi buharlaşıyor. Bu buharlaşan miktara “angels’ share” yani meleklerin payı deniyor. Bu arada hemen ekleyeyim, şaraptan farklı olarak viski, sadece varillerde eskiyor. Diyelim ki elimizde on iki yıl bekletilmiş bir viski var. Bu on iki yıl içerisinde ortadan kaybolan su ve alkol, geride tadı kuvvetli bir içki bırakıyor. Bu tadı biraz seyreltmek, tat duyunuzun sert içki tarafından uyuşmasını engellemek, viskinin aromasını ortaya çıkarmak için içine, bardaktaki içki miktarının beşte biri kadar saf su eklenmesi önerilir; ama gerekli değildir. Sizinle paylaşayım dedim…

Geçen hafta çok yoğun geçti. Her akşam bir planımız vardı; evde değildik. Bir de ben haftada iki yerine üç kere egzersize gitmeye başladım. Crossfit diye bir yere gidiyorum. Belki duyan olmuştur. Bir saat boyunca canımıza okuyorlar burada. Eve geldiğimde çok yorgun oluyorum haliyle ve hiç bir şey yapamıyorum. Biraz da bu yüzden yazamadım; ama telafi edeceğim geçen haftayı.

Uzun zamandır canım yoğurtlu kek istiyordu. Nihayet bugün kollarımı sıvayıp mutfağa girebildim. Bunca zaman beklediğime değdi. Çok yumuşak ve lezzetli bir kek çıktı ortaya.

Yoğurtlu Kek

(Deb Perelman’ın tarifi)

İçindekiler:

– 1 ½ su bardağı ve bir yemek kaşığı un

–  İki çay kaşığı kabartma tozu

– Yarım çay kaşığı sofra tuzu

– Bir su bardağı tam yağlı yoğurt

– Bir su bardağı ve bir yemek kaşığı şeker

–  Üç büyük yumurta

– İki çay kaşığı limon kabuğu rendesi (yaklaşık iki limondan çıkıyor)

– Bir paket vanilya (ben bir çay kaşığı vanilya özü kullandım)

– Yarım su bardağı sıvı yağ

– 1 ½ su bardağı yaban mersini veya ahududu veya böğürtlen (bu meyvelerin mevsiminde olmadığımızdan dondurulmuş almanız gerekiyor)

– Yarım su bardağı kabaca ezilmiş ceviz (benimkine ceviz koymayı unuttum; aman siz unutmayın!)

– 1/3 su bardağı taze sıkılmış limon suyu

Yabanmersini

Yapılışı:

Fırınınızı 180 C°’ye  (350 F°)  ısıtın.

Kek kalıbını iyice yağlayın ve unlayın. Kekin kalıba yapışmaması önemli; çünkü bu kek oldukça yumuşak oluyor. Kalıptan parçalanmadan çıkması imkansız eğer dibi yapışırsa. Ben tepsimin dibine parşömen kağıdı koyup onu da yağladım.

Büyük bir kasede unun 1 ½ su bardağı kadarını, kabartma tozunu, cevizi, tuzu ve vanilyayı iyice karıştırın.

Bir başka kapta yoğurdu, şekerin bir subardağı kadarını, yumurtaları, limon kabuğu rendesini ve yağı iyice çırpın. Unun geri kalanını (bir yemek kaşığı) yaban mersinlerinin üzerine döküp üzerlerini unla kaplayın.

Sıvı malzemeleri (limon suyu hariç), kuru malzemelerin üzerine döküp karıştırın.

Yaban mersinlerini de bu karışıma ekleyip hafifçe karıştırın.

Bu karışımı yağlayıp unladığınız kek kalıbına döküp fırına verin ve yaklaşık 50 dakika pişirin.

Kekin içine soktuğunuz bıçak ya da kürdan eğer kuru çıkıyorsa kek olmuş demektir.

Kek pişerken, bir cezvede, içine şekerin geri kalanını (bir yemek kaşığı) kattığınız limon suyunu ısıtıp şekeri içinde eritin. Şekerli limon suyunu bir kenara koyun.

Keki fırından çıkardıktan sonra, kalıpla birlikte tel ızgara üzerinde on dakika soğutun. Daha sonra keki kalıptan çıkarıp tel ızgaranın üzerine koyun. Şekerli limon suyunu kekin üzerine gezdirin. Bundan önce, kürdanla keke delikler açarsanız kek limon suyunu daha iyi çeker. Telin altına bir tepsi koymanızı tavsiye ederim; çünkü limon suyunun bir kısmı kekin üzerinden akacak. Keki biraz daha soğutup sonra servis edebilirsiniz.

Previous Older Entries